Mehlika Mete: Bugünkü programımızda iki büyük usta ve bir ünlü eserden bahsedeceğiz; Yusuf Atılgan ve Ömer Kavur, eser ise Anayurt Oteli. Stüdyomuzda da usta bir sanatçı var, Macit Koper. Hoşgeldiniz.
Macit Koper: Hoşbulduk.
MM: Böyle bir durumda, Bir Kitap/Bir Film’de yapa geldiğimizin dışına çıkmak istiyorum. Yusuf Atılgan son derece duru bir Türkçe ile eserlerinde pek çok konuyu işledi, ama özellikle ilk eseri Aylak Adam’dan 15 yıl sonra yazdığı Anayurt Oteli ile Türk edebiyatında özel bir yere sahip. Diğer taraftan, Ömer Kavur aldığı eğitim, ortaya koyduğu eserler ile sinemamızda çok özel bir yere sahip. Yusuf Atılgan’ın eserlerinde daha çok şahısların yalnızlığı, iletişimsizliği göze çarpıyor. Böyle ustalar arasındayız. Kavur üzerine bir kitap elime geçmişti, Şükran Kuyucak Esen ile yaptığı söyleşide Kavur demiş ki; “bu kitabın filmini çekeyim, hayatta bir başka bir şey istemem. Çünkü kitabın ruhu ile kendi ruhum çok örtüştü.” Siz eser hakkında neler söylemek istersiniz veya neler hatırlamak istersiniz?
MK: Anayurt Oteli ile ilgili küçük bir anı anlatayım. Anayurt Oteli adlı kitabı sinemalaştırmayı düşündüğü sıralarda tanışmıştık zaten Ömer Kavur’la. Dosttuk, Atıf Yılmaz, O, ben, Onat Kutlar, vs. birlikte yemeklere filan giderdik. O sırada bu filmi çekeceğini duyduğum zaman ben de oyuncu olduğum için müthiş heyecanlandım ve gizliden gizliye de rolü oynamak istedim. Ancak Ömer’in hazırladığı 20 kişilik oyuncu adayları arasında ben yoktum, onlardan biri bile değildim. Sonuçta nasıl olduysa o 20 kişiden hiçbiri olmadı ve bir gün beni çağırdı ve “bu rolü sen oynamak ister misin?” dedi. “Ben zaten ne zaman beni çağıracaksın diye bekliyorum” dedim. Kitaba dönersek, kitabı Ömer’den önce okumuştum, rolü ‘kaptıktan’ sonra da birlikte epey tartıştık, yani epey çalıştık kitapla ilgili olarak. O yazdı senaryosunu bildiğiniz gibi, ancak çekimler sırasında da epey birlikte çalışmamız oldu. Zaten bu çalışma da Ömer’le iyice birbirimizi tanımamıza ve daha sonra da birlikte senaryo üretme noktasına gelmemize neden oldu.
MM: Çok güzel bir başlangıç olmuş.
MK: Evet. Hem dostluğumuz perçinleşti hem de böyle sanatla ilgili bir iş yapmakta bir ortaklık kurulmuş oldu.
MM: Zaten Yusuf Atılgan’la Ömer Bey eser üzerinde ortak çalışmışlar muhakkak ki ve Yusuf Atılgan’ın kitabı yazarken içinde bulunduğu ruh hali hakkında epey sohbet etmişler, sizinle de belki paylaştılar ve eser üzerinde karşılıklı verimli görüş alışverişi sayesinde, sanatsal ve düşünsel açıdan metnin gerisinde kalmadığını görüyoruz. Çünkü genellikle böyle bir endişe oluyor, “kitap çok iyi ama acaba film nasıl çıkacak?” diye, yazar da bir tedirginlik yaşıyor, yönetmen de bir tedirginlik yaşıyor.
MK: Genelde edebiyattan sinemaya uyarlamalar çok başarılı olmadığı için Yusuf Bey’in de başlangıçta böyle bir derdi vardı ama sonra o da beğendi filmi.
MM: Evet, beğendiğini ifade etmiş. Bir araştırmaya rast geldim, 1990’larda Türk ve Amerikan sinemasında edebiyat eserlerinden uyarlanmış filmleri, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Zeynep Çetin Erus araştırmış ve şöyle bir sonuca varmış; Hollywood daha çok ticari kaygılarla özgün eserin çok daha dışına çıkabiliyor ama Türk sineması neredeyse birebir bir uyarlama sergiliyor. Sizin böyle bir gözleminiz oldu mu?
MK: Çok ciddi bir gözlemim yok, ama siz söylediğiniz zaman şöyle olabilir diye düşünüyorum, Amerika’da çok ciddi bir sinema endüstrisi var, o endüstri tabii ki ele aldığı eseri bizim kadar kaale almıyor olabilir. Yani onlar çok daha rahat davranıyorlar, böylelikle istedikleriyle kitap arasında bir ortaklık kurmaya çalışıyorlar denilebilir. Ama bizde böyle bir eser ele alındığı zaman, yazarına saygı birazcık daha önde geliyor, nedeni bu olabilir.
MM: Belki de tamamen bizim kültürümüzün bir özelliği diye düşünebiliriz.
MK: Evet, biraz Doğulu olmaktan da kaynaklanabilir. İyi bir Doğulu tarafımız olabilir.
MM: Evet. Zebercet karakteri üzerinde çok konuşulacak bir karakter diye düşünüyorum. Aylak Adam’daki karakterle büyük benzerlik olduğunu söylüyor yorumcular. Şöyle ki, yalnızlık bir numara, sonra bir umut taşımak, arkasından da o umudun artık bir hayal olduğunu görüp gerçeğe dönüp, hayal kırıklığına uğraması karakterin. Burada size eşlik eden Serra Yılmaz, Şahika Tekand çok başarılı bulunmuştu. Özellikle Serra Yılmaz’ı seyredenler çok etkilenmişti. O zaman belki de ilk rollerinden biriydi. Anayurt Oteli’nde karakterler arasındaki iletişimsizlik çok ön planda, bir otelin içinde yaşıyorlar ama hiçbir ilişkileri yok.
MK: Genel olarak karakterin tematik yapısı iletişimsizlik, yani karakter yoluyla ülkemizdeki, giderek dünyadaki iletişimsizliği anlatmaya çalışan bir yapıt zaten. Yalnızlık iletişimsizliğin bir anlamda tabanı, yani o yalnızlığın üstünde iletişimsizlik çeşitli biçimlere bürünüyor, çeşitli kötü sonuçlara varabiliyor. Yalnızlık, elbette iletişim kurma isteğini yanlış yönlendirebiliyor, Zebercet’te olduğu gibi. Söylediğiniz doğru, yalnızlık asıl tema, ama onu bir tabana oturtmak gerekirse, bu iletişimsizlik.
MM: Bütün bunlara rağmen, insan ne kadar soyutlanmış olsa da yine de bir umut besliyor. Bir bakıma Zebercet soyutlanıyor etrafından, geçmişiyle ilgili anılarına rastladıkça eser içerisinde onu görüyoruz. Kendi kendine nasıl iki ayrı kişi seslendirmesi yaparak konuştuğunu görüyoruz. Biraz otelden bahsedelim mi? Onun da önemi olduğunu düşünüyorum, çünkü hem Atılgan’ın eserlerinde hem de Kavur’da mekân çok önemli bir yer tutuyor.
MK: Evet bütün filmlerinde öyle, bu filmde de zaten başat mekân, yani bir anlamda filmin başrolü. O sözünü ettiğimiz iletişimin, giderek bir iletişim kurma isteksizliğine dönüşmesini anlatan bir durum var orada. Yani otelin boşaltılması ve giderek boş, iletişimsiz, kimsesiz, yalnızlığın egemen olduğu bir ortamda da yaşanmadığının ifadesi var. Zaten kahramanımız kendini asıyor sonuçta. Tabii tabanda iletişimsizliğin olduğu bir yalnızlıkta ana karakterin kendisini suçlu hissetmesi gibi bir motif var. Birazcık da Kafka’yı aklımıza getirirsek, Dava, Duruşma, vs. eserlerini... Öyle bir motif var. Yani içinde nefes aldığımız, yaşadığımız ortamın bize kendimizi suçlu hissettiren bir yapısı var, gerçekten suçlu olduğumuzdan değil, ama neredeyse suçu aramaya başlıyoruz, acaba neyin suçlusuyum diye aramaya başlıyoruz. Zebercet de öyledir, kendine bir başkasının suçunu bulur, sanki onun suçuymuş gibi, ama esas suçu iletişimsizliktir, bu yüzden kendini asar.
MM: Evet başka bir suçlu ile mahkeme sahnesinde kendini özdeşleştirmesi var. Yorumcular da böyle diyorlar. Mekân içine dönersek tekrar, otelde çok debdebeli bir hayat sürüyor; geniş bir ailenin mekânı olduktan sonra herkes bu dünyadan göçüyor ve Zebercet’e kalıyor, Zebercet de kendi yalnızlığını otele yansıtıyor. Bir iki anınızı hatırlayabilecek misiniz çekimler sırasında ya da ön çalışmalar sırasında?
MK: Tabii anı bol bu konuda. Bir tanesi Ömer’le birlikte Yusuf Atılgan’a gittik.,Ömer görüşmüştü tabii ve ben ilk defa karşılaşacaktım Yusuf Bey’le, bu bir sınavdı bir anlamda. Yani adamın koskoca bir eseri var, koskoca bir karakteri var Zebercet diye, ben de onu oynayacak adam olarak onun karşısına çıkacağım. O gün gittik ve hiç iyi geçmedi sınav.
MM: Size mi öyle geldi acaba?
MK: “Tip olarak romandaki Zebercet’e hiç benzetmedim” dedi ve hiç beğenmediğini söyledi. “Başka türlü düşünüyorum” dedi. Neyse ki filmi izledikten sonra toparladık, yani kendimizi beğendirdik! İkincisi, biz filmi çekmeye başladığımızda ilk olarak filmin ilk sahnesini çektik. Orası için ben Ömer’e bir oyuncu sürprizi hazırladım, konuşurken tedirgin, burnumla gözüm arasında bir tik yaratmaya çalıştım. Bunu da yaptım konuşma sırasında. Birinci çekimden sonra, ikinci, üçüncü, dördüncü, sekiz defa filan çektikten sonra, “buran oynuyor” dedi. Ben hiçbir şey söylemedim dokuzuncu çekimde oynatmadım ve çektik. Sonra da konuştuk, bu aramızda hoş bir anı olarak kaldı, halbuki ben onu bilerek yapıyordum. O da ilk çekimden dolayı çok stresliyim filan zannetti, o yüzden mi yapıyorum sanıp boyuna çekermiş meğerse.
MM: Yusuf Atılgan bu karakteri yaratırken, sizin gibi bir tip düşünmemiş, halbuki o kadar uydu ki.
MK: O daha küçük, ufak tefek, daha başka türlü bir adam düşünüyormuş, ama filmi izledikten sonra telefon görüşmemizde “ben oyunculuk denen meseleyi hesaba katmamıştım” dedi ve rahatladık.
MM: Biz bu programda hiçbir zaman profesyonel bir yaklaşımla gitmiyoruz, sıradan bir izleyici olarak bakıyoruz filmlere ve eserlere. Her okuyan farklı bir şey canlandırıyor ve bu da insanın kendi zenginliği diye düşünüyorum. Her insanın kendi içinde, kendi önyargıları, değerleriyle kafasındaki hayata göre bakışı var metine. Ama yine de, yazarın bakışı yansıdı mı, ya da ifade edebildi mi aklındakileri? O da insanın karşısına çıkıyor ve düşünülmesi gereken bir nokta oluyor.
MK: Dediğiniz gibi bir ortak nokta bulunuyor, ben şöyle düşünüyorum; herkesin içinde bir Zebercet var, yani iletişimsizlikle mücadele ettiğimiz bir alan hepimizde var. Dolayısıyla bu ortak yanımız Zebercet’le, yani bu iletişimsizlik yüzünden yaptığımız yanlışlar, işlediğimiz suçlar var, bu yönden Zebercet bizi yakalıyor karakter olarak.
MM: Bir çok insan da belki kendini görüyor.
MK: Tabii, az ya da çok, çeşitli biçimlerde öyle.
MM: Çok haklısınız. Zebercet’in yalnızlığından bahsettik, bir ara umutlanmasından bahsettik, her insanın içinde taşıdığı umutlar belki bunlar, ama keşke umutlarının gerçekleşmediğini görüp çok büyük bir hayal kırıklığına uğramasaydı, onların üstesinden gelebilseydi diyoruz, ama diliyoruz ki böyle kimseler toplumda daha az olsun.
MK: Diliyoruz da, bu gidişle pek öyle görünmüyor. Ben bu konuda umutlu görünmek istemiyorum, öyle değil çünkü, bütün alanlarda, internet, vs. bunlar öyle başka türlü iletişim alanı kuruyor ki o alanda yine tek başına olunuyor.
MM: Doğru, insan daha da yalnızlaşıyor.
MK: Gittikçe yalnızlaşılıyor bu dünyada, belki bir yolunu buluruz.
(26 Temmuz 2006 tarihinde Açık Dergi programında yayınlanmıştır.)